6 Şubat 2023, günlerden pazartesi. Kar yağışı sebebiyle okullar tatil. Saat 06.30, sabahın erken saatleri ve yataktayım. Telefonum çalıyor. Uyku mahmurluğuyla telefonuma ulaşmaya çalışıyorum. Telefon ekranına bakıyorum, arayan Denizli'de üniversite okuyan kızım. İçim ürperiyor, telefonu açana kadar aklıma türlü düşünceler hücum ediyor.
Telefonu açıyorum, sesi telaşlı. "Maraş'ta deprem olmuş" diyor, "Eee?" diyorum. "Abim" diyor. Büyük oğlumuzun Antep'te olduğunun farkına ancak varabiliyorum. "Tamam, telefonu kapat, ben abini arayayım" diyorum. Aramadan önce televizyonu açıyorum. Haber kanalları 10 ildeki depremden bahsediyor.
Oğlumu arıyorum. Telefon çalıyor ve oğlumun sesini duyuyorum. Nerede olduğunu, durumunu soruyorum. "Araçtayım" diyor. Deprem esnasında uyanık olduğunu, depremin iki dakikaya yakın sürdüğünü, ardından yeniden bir dakikaya yakın bir depremin daha olduğunu anlatıyor. Dairesinin çelik kapısını açamadığını, komşularının yardımıyla kapısının açıldığını ve dışarıya çıkabildiğini anlatıyor.
Gün içerisinde ve üç gün boyunca sürekli temas kuruyoruz, durumunu öğrenmeye çalışıyoruz. Oğlumuz yiyecek, su, ekmek gibi temel ihtiyaçların olmadığını söylüyor. Tuvalet ihtiyaçlarını yakınlarındaki itfaiye merkezinde giderdiklerini, havanın soğuk olduğunu, araçlarına yakıt bulamadıklarını, araçlarında battaniyelerle dört arkadaş kendi vücut sıcaklıklarıyla ısınmaya ve korunmaya çalıştıklarını anlatıyor.
Sürekli ulusal haber kanallarını takip ediyoruz. Saatler ve günler ilerledikçe felaketin boyutunun tahminimizden daha büyük olduğunun farkına varıyoruz. İnsanlar evlerine giremiyor, barınacak ya da o soğukta kafalarını sokacak bir kapalı alan bulamıyor. Yiyecek ve içeceğe, en temel ihtiyaçlara maalesef ulaşılamıyor. Depremin üçüncü gününde oğlumuz ancak bir paket bisküvi bulabildiğini ve onunla durduğunu söylüyor. Ailece endişeleniyor kentten nasıl ayrılacağına kafa yoruyoruz. Çünkü yollar ve hava alanları da çökmüş durumda.
Haber kanallarından ve bölgedeki muhabirlerinden gelen görüntü ve bilgiler insanın kanını donduruyor, olanlara inanamıyor ve dehşete kapılıyoruz. Habertürk muhabiri Adıyaman'da hiçbir arama kurtarma faaliyetinin olmadığını, enkazların altından çığlıkların ve haykırışların duyulduğunu anlatıyor. Yardım edemediği için ayaklarının ucuna basarak bölgeden sessizce uzaklaştığını söylüyor. Manzaranın dayanılacak bir durumda olmadığını anlatıyor.
Kısacası anlatılacak, yazılacak o kadar şey var ki. Enkaz altında kalıp çıkarılamayan, ailelerini enkaz başında bekleyen insanları gördükçe biz halimize, oğlumuzun yaşadığına şükredebiliyoruz sadece.
Artık depremin üstünden bir ayı aşkın süre geçmiş durumda. Yaşadıklarımızı anlamaya, anlamlandırmaya ve idrak etmeye çalışıyoruz. 1999 yılı Gölcük depremini yaşayan ablamın yaşadıkları, 24 yılın ardından hafızama tekrar hücum ediyor. Maalesef ülkeyi yöneten yönetim erkinin 24 yıl boyunca deprem için bir arpa boyu yol almadığını yaşayarak görüyoruz.
Bu yazıya kendi yaşadıklarımızın bir kısmını yazarak girdim. Bu yazıyı kendi yaşadıklarımızı anlatmak için değil yaşananlara dikkat çekmek için yazıyorum. Bir ülkenin depreme nasıl hazırlanmadığını, sözde afetler için kurulmuş kurumların içlerinin nasıl boşaltıldığını ve göstermelik hale getirildiğini vurgulamak için yazıyorum. Yazılan raporların kurumlar tarafından ciddiye alınmadığını, ülkeyi afet zamanlarında ayağa kaldıracak kurumların ve yöneticilerin afetin altında kaldıklarını üzülerek görüp şahit oluyoruz. Artık bir şeylerin değişmesinin gerektiğine inandığımız için yazıyoruz.
Bu ülkenin vatandaşları olarak deprem bölgesinde yaşayan ülke vatandaşından tek farkımız, depremin bizim başımıza henüz gelmemiş olması. Bu yaşananları olağan ve normal bir durum ya da kader diyerek mi geçiştireceğiz? Eleştirmeyecek miyiz? Sorumluların sorumluluklarını yerine getirip getirmediğini sorgulamayacak mıyız? Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de TV ekranlarına ve bazı yorumculara baktığımızda neredeyse halkın suçlu ilan edildiğini gördüğümüzde ne yapacağız?
1999 öncesi evler yıkılmış da, vatandaş oturduğu eve binaya dikkat etmiyormuş da, yıkılması gereken binalar vatandaş karşı geldiği için yıkılamamış da... Hem de altı aylık, bir yıllık binalar yıkılmış durumdayken? Bugün birlik olma günü, eleştirme günü değil diyenler! Vatandaş size 1999 depreminden bu yana 24 yıl zaman tanımış. Bu olanları üstlenecek hesabını verecek kimse yok mu? Hala daha sorumluluğu başka yerlere atma gayreti içinde mi olunacak?
Siz sayın yönetim erki, ülkenizin vatandaşının gelir seviyesini yükselttiniz de vatandaş daha iyi evlerde oturmak istemiyor mu? Emeklinin, memurun, işçinin ve diğer orta gelirli halkın durumu ortada. İnsanlar karnını zor doyururken hangi parayla evlerini yeniletebilir ya da yeni bir ev sahibi olabilir? Yönetim erkleri bu ülke ve halkın refahı, mutluluğu, ihtiyaçları için yönetime talip olmuyorlar mı? Ülke yöneticileri vatandaşın barınma ihtiyacına çözüm bulmak zorunda değil mi?
Ülke ve vatandaşlar olarak delirmenin eşiğindeyiz. Vatandaşın psikolojisi, gördükleri karşısında darmadağın. Benim başıma gelirse ne yaparım, kim yardım eder? İnandığım, güvendiğim kurumlar maalesef benim yanımda değil, benim yaralarımı saracak yetkinlikte de değil. İnsanlar gördükleri, duydukları, yaşadıkları karşısında tarumar olmuş ve toplumun güveni kaybolmuş durumda. Bu güveni zedeleyenler, ülkenin güzide kurumlarını keyfi yönetenler hesap vermeyecek mi? Kanunlar zayıfa, güçsüze mi? Yönetme makamında olanlar Allah'tan af dileyip yollarına devam mı edecek?
Keşke gördüklerimiz ya da yaşananlar bu kadarla kalsa ve yaşananlardan ders alınsa. Görünen o ki hala ders alma noktasında değiliz. Şu anda deprem bölgesindeki illerde deprem sonrası yaşananlar, ileriki yıllarda başka alanlarda da sıkıntılar yaşatacak cinsten. Örneğin tarım arazilerine konteynır alanların kurulduğuna dair haberler var. Vatandaşlar, "60 dönüm ekili arazime girdiler, konteynırlar için tarlama beton döktüler" diyor. "itiraz edemiyorum, dinleyen yok" diye yakınıyor. Günü kurtarma adına kolaycılığa kaçıp tarım arazilerine beton mu dökeceğiz?
Maalesef hala bilim adamlarını dinleyecekmiş gibi duran bir yönetim erki yok. Deprem konusunda yetkin olan bilim insanları, şehir planlamacıları, kent sakinleri gibi paydaşlarla bir araya gelmeden müteahhit zihniyetiyle, müteahhitlerle süreç yöneten bir anlayış ve yönetim erki var. Enkazı kaldırılamamış, zemin etüdü yapılmamış, şehir planlanmamış bir ortamda kalıcı konut ihaleleri veriliyor. Acaba bu düzensizlik ve karmaşa içinde şehirlerimiz hangi tarihi dokuyu ve alanlarını kaybedip yeni bir çarpık, kişiliksiz kentleşme gerçekleşecek?
Halkımız tüm bu olanlara ne tepki verecek? Kader deyip geçecek mi? Yoksa sorunu görmezden gelip insanların yaşadıkları konutları mezar haline getiren yönetim erkine bu hesabı soracak mı? Halktan toplanan vergilerin -buna deprem özel iletişim vergisi de dahil- halkın yaşaması için harcanmamasına ne diyecek? Halka hizmet için gelen yönetim erki tercihini halktan yana mı, yoksa ranttan yana mı kullandı? Umutlarımızı, hayallerimizi bir yirmi yıl daha ertelemeye razı mıyız? En kötüsü maddi imkansızlıklar içinde yaşadığımız bu dönemde bu felaketin bizim başımıza gelmesini bekleyecek miyiz?
Rant etrafında birleşen siyasetçi ve müteahhitler eliyle yıkılan şehirler... Şehrin insanları enkaz altında, tarihi doku ve yaşam enkaz altında. Rant anlayışıyla bu enkazı yaratanlar ise hala ortalıkta geziyor. Yeni şehirleri kurmaya da yine onlar hazırlanıyor.
Olanları kör bir kayıkçı gördü... Depremi kör bir kayıkçı gördü. Peki bizler ne zaman göreceğiz?
Comments